hayata dair etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hayata dair etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cumartesi, Mayıs 4

Bir Resim Bin Acı


Şanlıurfa'da yurda kaçak giriş yapmak isteyen silahlı Suriyeliler'le çıkan çatışmada şehit olan polis memuru Ferhat Avcı ve 3 yaşındaki oğlu Mustafa'nın elindeki lolipopla babasına bakması.

Cuma, Şubat 24

İnsanın Anavatanı Çocukluğudur


Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı:

- Hayrola, neden elimi öpmek istedin?
- Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinizi katıldım. Hayatım değişti. O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.
- Ne oldu, nasıl oldu?
- Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, “Bir insanın anavatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.”
Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:
- Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, “Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.” Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm. Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?
- Hayır, neden?
- Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. “Oğlum bugün ödevini yaptın mı?” Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, “cık” sesini çıkarıyordu. Kızıyordum, söyleniyordum, “Niye yapmıyorsun ödevini!” diyordum. Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.
Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti:
- Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. “Ben ne biçim babayım,” diye kendime sordum. Seminer için geldiğim İstanbul’dan çalışma yerim olan Kayseri’ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.
- Radikal bir karar!
- Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam. Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu.
- Eşiniz ne dedi?

- Hocam biliyor musun ne oldu?
- Ne oldu?
- Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, “Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış! Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz.”
- Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!
- Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim. Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi.
- Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?
- İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve “Hayır!” anlamına gelen “cıkk” dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım. Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum. Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti. “Ne büyük tehlike!” diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım.
- Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike!

- İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen, “Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın,” demişti. O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki, hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim! Yok, dedi, sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim.
- Eşiniz gelmek istemedi!
- Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gideceksin dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye. Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler. Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap vermedim, önüme baktım. Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. “Çok mu kötü hocam?” diye sordum. Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi. “Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?”
- Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?
- Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım. İnanamıyordum kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. “O kadar mı kötü?” diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım. Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum. Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.
“Gel seni yeniden kucaklayayım!” dedim. Kucaklaştık.


“Çocuklar gülsün diye!” yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur. Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler. Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler. Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!


Doğan CÜCELOĞLU

buradan alıntıdır.

Perşembe, Eylül 24

Açılmayacak Açılım

Her geçen gün azınlık hakları, demokratik açılım, toplumsal barış projesi adı altında binbir türlü oyun altında ülkenin bütünlüğünü zedeleyici konuşmalar duyuyoruz. Blogda çok kez belirttim Laz kökenli olduğumu. Bundan guru duyuyorum ancak son günlerde öyle şeyler yazılıyor ki biz laz kökenli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarınıda ayrılıkçı göstermeye çalışıyorlar. Yıllar önce başladıkları gizli planlarını bugün faaliyete geçirmiş durumdalar. Topu topu 600-700 bin laz kökenli vatandaş var. Bunların çok çok büyük bir kısmının böyle bir düşüncesi olmadığına adım kadar eminim. Böyle göstermeye çalışıyorlar sadece. Anayasada denen hükümler her şeyi özetliyor :

- Türk Devleti´ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk´tür.
- Türkiye Cumhuriyeti´ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.

Herşey o kadar ve netki hala anlamamakta ısrar edip ihanet edenler var maalesef. Bu açılım konusunda ciddi kaygılarım var. Bu kaygım her geçen gün artıyor. Olmayan bir sorunu varış gibi göstermeye çalışıyorlar. Kürtlere, Çerkezlere, Lazlara, Gürcülere vs hiçbir kimseye ne ayrıcalıklı nede kötü davranılmıyor. Asıl sorunun kanunların uygulanmasında. Devlet olarak bunları doğru uygulayabilirsek hiçbir sorun kalmayacak. Ancak şu durumda ki hal kanunu uygulatmaktan ziyade bağcıyı dövmeye benziyor. Alfabeyi bile değiştirmeye cesaret edebilen bir yapı mevcut. İlköğretime "Barış Dersi" bile koyacaklar. Sanki yıllardır o okullardaki çocuklar birbirini dışlamış gibi. Düşünüyorum da ilkokulda bir sırada üç kişiydik. Hala görüşüyorum diğer sıra arkadaşlarımla. Biri Kürt kökenli, diğeri ise İç Anadolulu. Barış dersine ihtiyaç hissetmedik hiçbir zaman. Şimdi bunu koymaya çalışmak varolan barışa ne katkı yapabilir. O küçük temiz beyinlere Ali Kürt, Veli Laz, sen Türksün, Ayşe Çerkez, Agop Ermeni vurgusundan yani bölücülükten başka hiçbirşey yapamaz. Ne diyelim sonumuz hayır olsun.

Çarşamba, Eylül 9

Sel Yıkıp Geçer, Terör İz Bırakır




Öncelikle selde hayatını kaybedenlere ve şehit olan 7 askerimizin ailelerine ve tüm halkımızın başı sağolsun. Şehit konusunda diyecek birşey yok. Askere sıkılan kurşun bana sıkılsın diyen şahısları şimdi görmek istiyoruz. Sel kısmında ise gerçekten yapabilecek birşey yok. Doğanın üstünlüğü karşısında insanoğlu hep çaresiz. İstanbul gibi bir şehirde bile ana yollar sel nedeniyle dere halini aldı. Gerçekten kötü bir gün oldu ülkemiz açısından. Bugün şehitlerin cenazeleri gidecektir ana ocaklarına. Selin yarası kapatılmaya başalınılacaktır. Bazıları için gün çok farklı başlıyor. Kimi giden evini, arabalarını aryacak. Kimileri giden evlatlarını. Tezatlar ülkesi olmaya devam ediyoruz. Tekrar başımız sağolsun. Bu arada bzide madur olmuş olduk Trakyadaki sel vesilesiyle. Onca emeklerle yaptığımız 33 içi dolu arı peteği ve av kulübeside sulara karışmış.

Cuma, Ağustos 21

Eski Ramazanları Özlemek...!


Geçmişe özlemden mi kaynaklı eski ramazanların tadını bulamamak ?

Bugün kendimi epey yokladım… eskiden böyle normal bi gün edası olmazdı ramazanlarda… ekmeğin kokusu başkaydı, iftar vaktinin bayram havası, evdeki telaş, akşama gelecek horoz şekerlerini ve Osmanlı macunu satan amcaları dört gözle beklemek, onları yerken alınan haz, davulcu amcaların manileri… hepsi Ramazan’ı hissettirirdi çocukluğumuzda… yahu ne yaşadın ki peykân demeyiniz rica olunur… =) 90 ‘lı yıllarla şimdiki yılar arasındaki farkı hissedemeyecek kadar da duygusal bakmıyoruz olaya.
Gece davulu bekledim geçmedi…
Geçen senelerde de geçerdi ama mani okumazdı eskisi gibi,artık hiç uğramayacaklar belki de, onlar da olayı ticarete döktü… sadece bayramlarda görüyoruz artık ilginçtir.… =)
Anneannem eskiden horoz şekeri getirirdi her buluştuğumuz iftar yemeğinde: tadını asla unutamam,- artık yerini çikolata almış bulunmakta…
O güzel susamlı yuvarlak ekmeklerden çok nadir yapıyolar ama o da bize yasak... kokuyu es geçtik velhasıl…
Anneannemle teravihe gitmekse ayrı bi zevkti ufakken… kuzenlerle kıkırdamalar ama her defasında sert mizaçlı teyzeler tarafından azarlanıp, gülmemek için kendimizi zor tuttuğumuz anlar bambaşkaydı… “hişşşt hocayı dinleyin bak neler anlatıyo” cümlesiyle irkilip ciddileşmeye çalışır ancak sebepsiz daha fazla gülme ihtiyacı hissederdik…=) (bunlar doğru şeyler mi peki, tabii ki hayır, “cami’de gülünmez, teyzelerin sözleri dinlenir..!” desek de güzeldi yapcak bişey yok… =))
Dün ise dikkatimi çekti cami’de teyzeleri biz uyardık arkadaşlarla… ( inanılmaz dedikodular dolanıp durdu teyzeler arasında; Nilgün’ü Olcay’a istemişler, haftaya söz varmış, ha bi de erişteyi ne zaman yapacaklarına karar verdiler, napsınlar evde konuşmaya fırsatları olmuyosa!!!) hocayı dinleyenler çocuklardı bu da ilginçtir… e büyüklerin yerini çocuklar, çocukların yerini büyükler almışsa ciddi problem var sizce de öyle değil mi???
Ah bi de direkli oruçlar vardı… siz hiç tuttunuz mu direkli oruç? Ben tuttum… sahura zar zor kalkmış, ne yediğinizi hatırlamadan el yordamıyla yatağınıza tekrar yatmış, sabah kahvaltısı yapmamış, öğlende annenizin “direk zamanı” diye hazırladığı yemeği bi güzel yemiş, sonra herkesten önce iftar sofrasına oturmuş ve “ben oruç tuttum bugün” diye övünerek arkadaşlarınıza ve yakın çevreye anlatmışsanız, işte siz de direkli oruç tutmuşsunuz demektir… sonra dedeleriniz, nineleriniz, sizden orucunuzu onlara satmanızı istemişse ve siz de sıkı bi pazarlıkla 3-5 kuruş onlardan yürütmüşseniz bu uğurda üçkağıt dahi yapmışsınız demektir… =)

Macunu sorarsanız; ben en çok vanilyalı ve vişneli severdim; artık Sivas’ta yok!.. en son 2 sene önce Bosna’da yemiştim, yöresel kıyafetli amcalardan, özlemimi orada daha iyi anlamıştım… yöresel kıyafet de istemiyorum ben macun yemek, dişlerime bulaştırmak, yerken malamat olmak ama yine de onun tadını hiçbir şeyde bulamamak istiyorum… iftar sonrası sokaklarda çocuk sesi duymak, bayram havasında iftarlar geçirmek, Karagöz Hacivat izlemek, çocuklardan oruç satın almak, o eski horoz şekerlerinden yemek istiyorum…
Ben eski ramazanları istiyoruuuum…


Tabi her ne kadar sitemkâr bi bakış açısı olsa da Ramazan hala bambaşka… ve herkese layıkıyla geçirecekleri hayırlı Ramazanlar diliyorum…

huzurla kalınız… =)

Pazar, Ağustos 9

Oktar Babuna

Geçen gece yatmak için hazırlanırken tv de Oktar Babuna'yı gördüm. Hani şu kanser olup ilik nakli için yüzbinlerce kişiden kan örneği toplatan Babuna. Babası bir zamanlar Tgrt'de dini programlar yapardı. Tgrt Bismillah diyerek kurulmuş bir kanal sonuçta. Sonra Enver ören sahtekarı geldi aklıma. Nasılda sahiplenmişti bu olayı. Unutmuyorum sabahları okula giderken yüzlerce kişi kuyruğa girip Oktar Babuna için kan örneği veriyordu. Ülkenin her yerinde aynı durum söz konusuydu. Sonra o kanlar Amerika'ya incelenmesi için gitti. Bütün ülkenin gen haritası çıkmıştı artık. Bu genlerin zayıf noktalarına göre biyolojik silahlar üretilebilirdi. Herşey güzel kurgulanmış bir oyundu. Medya desteği sayesinde Babuna tv lere çıkıp ağlayıp :

- ALLAH rızası için kan verin bi umut iliği bulabiliriz diyordu.
Saçı kesilmiş, şapkalı haliyle.

Sonra aklıma Osman Durmuş geldi. hani o dönem bu kan örneklerini Abd'ye göndermeyin dediği için, Faşist damgası yiyen Sağlık Bakanımız. Sonrasında ise programa biraz bakayım dedim ancak sunucu bir türlü benim beklediğim soruyu sormadı. Kanseri nasıl yendiniz diye bir soru gelmedi. İşte tüm bunlar geçmişti zihnimden.

Bugün tv ye baktığımda ise şehit anaları ile terorist analarını yanyana getirip bir kareye sığdırma girişimini gördüm. Yine içimden çok şey geçti ancak buraya yazıp yazmama konusunda kararsızım. Zira yazmakla bitmeyecek bir oyun bu.

Salı, Ağustos 4

Git, Gideceksen Bekleme ...

Bu güzel ülkenin başına gelen en büyük bir kaç kötülüğün sahibi bu kişi için hiç üzülmüyorum. Sağcı olsun, solcu olsun binlerce düşünen, sorgulayan, soran gencin ölümüne ve en önemlisi ülkeyi harekete geçirecek genç dinamik beyinlerin yok olmasına sebep olan bu şahısa üzülmek gaflettir. Allah yardımcısı olsun ne diyelim ...

cenazesine katılmak isterim; Hoca
- hakkınızı helal ediyor musunuz? diye sorunca avaz avaz
- hayır!
diyebilmek için.

Pazartesi, Ağustos 3

Kayıp Aranıyor

Amasya Merzifon'da 1500 dönüm arazi sahibi. Soğan tüccarı, patates ağası, web dünyasında hrmpasa olarak bilinen şahıs kayıplara karışmıştır. Kendisi son olarak 11 gün önce Antalya sahillerinde görülmüş ve bir daha haber alınamamıştır.

Pazar, Ağustos 2

Dalında Nohut!

-Nerelisin kızım?
-Sivaslıyım amcacım
-neresinden?
-Merkez amca…
-nası merkez? Köyün nere?
-köyümüz yok amca dedem Selanikli, anne tarafı dersen Sivasın yerlisi…
-köysüz adam mı olurmuş,vardır da sen bilmiyorsundur,,,
diyerek beni yalancı çıkaran amcalar ve yahut teyzeler hayatım boyunca olmuştur ve olmaya da devam ediyolar… =) 23 senelik ömr-ü hayatımda en çok açıklamaktan nefret ettiğim sorudur bu:” köyünüz yok mu”… yok deme lüksünüz yoktur, hayatta i-nan-dı-ra-maz-sı-nııııız….. bi yandan onlara kızarım bi yandan köyümüzün olmamasının suçlusu olduğunu düşündüğüm bizimkilere… özellikle de ufakken! O kadar zoruma giderdi ki insanın bi köyü olmamasını acizlikle bile açıklayabiliyordum =) abartıyorum di mi size göre =) yok işte yok arkadaş ciddi manada bi eksiklikti bu benim için… ve ben ilk kez köy gördüğüm zamanı hiç unutmam… tam 18. yaşımın mayıs ayında… =) bir Karadeniz köyü… (geç oldu ne yapalım, anca… )
Neyse uzatmayalım ben köysüzün tekiyim işte… yapcek bişey yok… =)
Şimdi de işimiz dolayısıyla köylerden şehre gelemiyoruz artık… şikayetçi miyim dersiniz? Tabi ki hayır!... en misafirperver, en sıcak, en güzel insanlarla beraber olup, onları mutlu edecek şeyler yapmak kadar haaarika bişey olamaz… o kadar ufacık şeylerden mutlu olurlar ki, şehirdeki Allah’ın selamını esirgeyen insancıklardan sonra inanılmaz tatlı gelirler… evlerine misafir olmanız dahi onları en mutlu insan yapar… yoktur böyle içten bakışlar, yoktur böyle sıcak gülümsemeler etrafınızda eminim… geçenlerde gittiğim bi köyü arkadaşlara anlata anlata bitiremediğimden hafta sonu oradaydık yine yeni yenideeen… neredeyse Giresun’a yaklaştık… yemyeşil ortam… gözdolgu evler… biraz puslu ama hava (gündüz vakti karanlık havayı sevmem pek) yine de çocuklar gibi şeniz… bi amca davet etti bizi girdik 60 senelik evine… hayran hayran seyrettim her köşesini, milyon tane fotoğraf çektik, çekindik… =) sonra bahçesine götürdü bizi … hayatımda bu kadar güzel bişey yaşamış mıyımdır? Tartışılır… dutlar, vişneler, biberler, domatesler…bunları dalından toplamak ne hoşmuş! ohoo bunlar benim için lüks arkadaş… bu kadaaar meyve sebzeyi dalında bi arada görmedim ki ben… tabi bu arada kızardığım bi nokta da oluyo =) amca diyo ki bana “bak kızım” diyo “arkanda da nohutlar var, ondan da al da yaş yaş yiyin, sivasta nerde bulcan yaşını?” dönüyorum arkamı ama göremiyorum ki… e nohut toplanmadan neye benzer bilmiyorum ki… bakınıyorum öylece… ulen nası bişeydir ki acaba diyorum hala bakınıyorum=)… amca çırpınıyo tabi =) bizimkiler de gülüşüyo…epey zaman aldı ama gördüm en sonunda, çölde su bulmuşa döndüm arkadaş… =) böylece hayatımın ilk yaş nohutunu da yemiş bulunuyorum( gurur da duyarım=))… buradaki insanların bu kadar sağlıklı ve dinç oluşlarını da doğal beslenmelerine bağlayarak ayrılıyoruz bahçeden, güzel insanlardan, temiz havadan … mutlu mesut şen dönüyoruz evimize… dönüş yolunda söylüyorum tabi şarkımı da:
Mavrova’dan Aldım Sümbül Bir Okka Nohut
Al Beni Bre Sar More Sümbül Yanında Uyut.... =)
Bu yazım tüm ezik köysüzlere… =) benim gibi nohutu dalında görememişlere…
Ve teyit ediyorum Atamın sözünü: köylü hem milletin hem efendilerin efendisidir… !

Salı, Temmuz 21

Ah Be Kristof Kolomb! :)

Meğer herşey Kristof Kolomb'un başının altından çıkmış... :)
başımızın belası, ciğerlerimizin yegâne düşmanı(içmesek de içenler sayesinde) tütün; ilk önce Yukutan Adası'nda yaşayan Mayalar tarafından kutsal ateşlerinde diğer kokulu bitkilerle birlikte yakılmış... tabi solunum yoluyla dahi olsa bunun keyif verici etkisini anlayan Mayalar daha sık kullanmaya başlamışlar...(ben hala bu keyif vericiliği anlamadım gerçi)... civardaki rahipler de nerden uydurmuş, nasıl yapmışlar, her ne derece anlamışlarsa, bu tütünün şifa kudretine inanmışlaaaaar... velhasıl kullanımı da yaygınlaşıvermiş...

ve bu fosur fosur tüketilen tütünden de, Kristof Kolomb'un Amerika'yı keşfine kadar yeni dünyanın haberi yokmuş... mış mış da muş muş...

Bugün sigara yasağı denetimi için gezinen denetçilere ve zabıtalara rastladık, ordan aklıma geldi yazıverdim bu gerenksiz bilgileri... umarım daim olur denetiminiz çok saygıdeğer denetçiler... bizler de maruz kalmayız her gittiğimiz yerde dumana... Vatanıma, Milletime, aileme, canlarıma, ciğerlerime, ona buna şuna hayırlı uğurlu olsun... sigara tüketiminin azalması dileklerimle...

Pazar, Temmuz 19

Unutamadığım Anlar #5


1994 yazı ve bunaltıcı sıcaklar olduğuna göre aylardan Ağustos olmalı. Sıcaklar biz mahalle çocukları iyice bunaltmış ve deniz için ailelere binbir türlü baskı yapılıyor. Aslında mahallede oldukça popüler olan Kandilli ve Çengelköy sahilinde denize atlama olayına giremiyoruz. Boğazın dalgalı sularında yüzecek cesareti gösteremiyoruz.

Sıcaklar o kadar bunaltıyor ki artık öğle saatinde olan günün ilk maçını yapamıyoruz. Ağaç gölgelerinde hayali transferler yapıp takımlarımızı güçlendiriyoruz. O sezon Galatasaray Kalli ile şampiyon olmuştu.Benim isminden ve sezon başı Fenerbahçeye gol attığı için Gütschow hastalığım vardı. Takımdan gönderileceği haberleri çıkıyordu gazetelere. Gütschow'un kalması gerektiğini savunuyordum hep. Nede olsa Fenerbahçe'ye hem TSYD de hemde kupada gol atmışlığı vardı. İşte bu tip şeylerle ve bahçelerden meyve aşırmakla geçiyordu gündüzlerimiz. Gökhanların bahçesindeki ceviz ve incir karışımının lezzeti o sıcakta başımızı döndürüyordu. Ancak bi türlü soğuk denize atamıyorduk kendimizi.
Artık sıcakla mücadele demez hale gelmiştik. Unutmuyorum adını burda vermek istemediğim (çünkü blog okurlarından ve bu olayı ne zaman açsak başını öne eğer kendisi) arkadaşım dostum bir öneri atıyor ortaya. Üsküdar'a gidelim gezelim diyor. İlk cevap sanırım benden geliyor ve bu sıcaktamı yanıtını veriyorum. Uzun süre tartışıyoruz ve bugün için vaktin geç olduğuna kanaat getiriyoruz. Nede olsa akşam maç var geç kalmamalıyız. Hergün farklı bi mahalleyle anlaşıp saat 18:00 de maç yapıyoruz. Kimi zaman hiç bilmediğimiz uzak mahallelere gidip bilmediğimiz sahalarda maç yapıp geliyoruz. Ne güzel bir takımdık öyle. Her mevkinin iyi oyuncuları vardı. Ümit kalede Gycoechea, Emre defansta Uche, Gökhan Rıza, Aras Sergen, Fırat Tanju ben ise kendimi o zamanlar Caniggia'ya benzetiyordum.

Akşam oluyor maç yapılıp dönüş yoluna geçiyoruz. Yarın ki plan ince ince ayarlanıyor. Kalabalığız ve otobüsle gitmemeye karar kılıyoruz. Bilet paralarıyla Şöhretlere gidip atari oynayacağız. Sonrada sahilde yürüyüp geleceğiz. Eve gidince herkes buzluğa suyunu koymayı unutmuyor. Bi jeton parasını suya vermek lüks. Öğlen güneşin tepede olduğu saatte yola koyuluyoruz. Çengelköyde toprak sahanın yanından geçerken şimdi maç yapılırdı diye söyleniyoruz. Yol boyunca parklara uğramayı eksik etmiyoruz. Her parkta durup eğlenip yola devam ediyoruz. Başka mahalle çocuklarıyla kavga etme ihtimallerini bile düşünüyoruz. O sıralar Beylerbeyinde Küplüce mahallesi ile ezeli bi rekabetimiz var. Turnuvalarda finalde hep karşımıza çıkıyorlar ve maçlar genelde çok sert geçiyor. Bizde taraftar olduğumuz için simalar artık tanınıyor. Şunuda belirtmeliyim ki büyüyüp biz mahalleyi temsil ettiğimizde yine finale kaldık ancak bir türlü yenemedik. Buda ayrı bi yazı konusudur.

Kuzguncuktaki tarihi parkta mola verip çimlere uzanıyoruz. Artık Üsküdar'a çok yakınız ve durup enerji toplayıp öyle girmeliyiz Üsküdar'a. Sonundao enfes çınarlarla çevrili giriş yoluna varıyoruz. Gerçekten manevi bir havaya sahip ilçeye giriyoruz. İlk durağımız olan Şöhretlere giriyoruz. Ben sokak basketbolundan başka bir oyun oynamazdım. Birazda oynayamazdım demeliyim. Street Fighter ve Mustafa gibi popüler oyunlarda başarılı değildim. Güzel saatler geçirip istemeden çıkıyoruz atari salonundan. Sonrasında balık pazarından o gelenek haline getirdiğimiz turşu suyunu içiyoruz. Açlığında etkisiyle bardağın dibini bi anda getiriyoruz. Tadını hala bulamadığım o salatalık ve beyaz lahana turşularınıda bi çırpıda indiriyoruz mideye.

O sıcakta turşu suyunun verdiği hararetle çeşme arıyoruz. Sahil camiinin önündeki asırlardan mevcut olan çeşmeden suyumuzu içip belediye önüne geliyoruz. Ancak içimizdeki ateş dinmiyoruz. Küçük süs havuzunun yanına serinlemeye gidiyoruz. Orada bulunan çingene çocuklarını seyre dalıyoruz. Ne güzelde yüzüyorlar havuzda. Nasılda eğleniyor ve serinliyorlar bu sıcakta. Etraf kalabalık ve biz dahil herkes onlara bakıyor. İsmi bizde saklı arkadaş hala nasıl böyle bir şey yaptığımızı anlayamadığımız fikri atıyor ortaya. Bizde yüzelimmi lan diyor. İlk başta sert bakışlara maruz kalıyor ancak o dayanamayıp ayaklarını sokuyor.Bizde yavaştan havuzun yanına geliyoruz. Ayak sokmaktan bişey olmaz ve utanmamızı sağlayacak birşey değil deyip ayakkabıları kenara koyup sokuyoruz bacaklarımızı. O soğuk suyun cazibesi ile anlamadan kendimizi suda buluyoruz. Elbiselerimiz kenara koyup (tabiki sadece üst giysilerimizi) atlıyoruz suyun içine. Etraftan gelen garip bakışlara aldırmıyoruz. Hiç unutmuyorum Fırat dipten nasıl yüzüleceğini öğretmişti bana o havuzda. O kadar mutlu ve şendikki etraftaki kişiler bile çocuklarının ısrarlarına dayanamayıp onlarıda sokuyorlardı havuza.

Havuzdan çıktığımızda kurumayı beklemeye başladık. Çimlerde kuruttuk elbiselerimizi. Saat artık geç oluyordu. Ailelerimizden kimsenin haber yoktu bu gezimizden. Geziden haberleri sonradan oldu ancak o havuzda girdiğimizden şuan bile haberleri yok. Biz o gün zafer kazanmış ordu edasında döndük evlerimize. Evet çok utanmıştık ancak asla pişman değildik. Yıllar geçti ve o havuzun yanından her geçişimde o anı hatırlarım. Çocukluk güzel şeydir. Bu anımda çocukluğunu dolu dolu yaşayanlar için olsun.

Çarşamba, Temmuz 8

İletişim

Düşünün milyarca insanın olduğu bi Dünya’da yalnızsınız. İletişim teknolojisi her geçen gün artarken insanlar bi o kadarda ıssızlaşıyor. Çünkü iletişim gittikçe duygusuzlaşıyor. Artık telefonla bile iletişim bitiyor. Bütün insanoğlu bir ekranın arkasından iletişim kuruyor birbirleriyle. Telefon belki hiçbir zaman bitmeyecek bir iletişim ancak ondan önce olan mektupla iletişim tamamen bitme noktasında beklide. Kaçımız bir mektup yazmayalı yıllar oldu. Ben en son mektup yazdığımda Üniversite ikinci sınıftaydım. Bir radyo programında duyduğum bir adrese hiç tanımadığım bir kişiye mektup göndermiştim. Hapishanedeki bir kişiyle aylar süren mektup iletişimimiz vardı. Ne kadar sıcak ve içten bir iletişim olduğunu bir kez daha şait olmuştum. Tıpkı babamın anneme askerden gönderdiği mektupları okurken ki gibi. Tabi bunda ben henüz yeni doğmuşken askere gitmiş olan babamında duygusal olarak epeyi buhranlı olduğununda katkısı vardır.

Ana meseleyi dağıtmadan devam edelim. Her insan giderek yalnızlaşıyor bu kalabalık Dünya’da. Ekran başında geçirilen onlarca saat boyunca duygudan, ses tonundan, mimikten yoksun bi iletişim. Facebook’u belkide bu yüzden kullanamadım. Yavan ve amaçsız bi iletişim kaynağı. Birde televizyon var ki bu alet ise insanın ailesinden uzaklaşmasına sebep olan en büyük icat. Elimizde kumanda bizlere sunulan yalan dünyalara kapılıp gidiyoruz. Kişisel olarak eşimle aldığımız karar doğrultusunda haftanın belirli günleri açmıyoruz televizyonu. Köyde evimizde tv asla olmadı ve olmayacak. Belkide o yüzdendir bu özlem oraya. Çünkü her an ailenle sevdiklerinle berabersin. Bir robot gibi sabit bir ekrana bakıp durmuyorsun. Ayrıca insanlığı uyuşturmak için kullanılan bir cihaza dönüşmüştür giderek. Zararlı bi icat asla değildir ancak ne amaçla kullanıldığı büyük önem arzediyor artık.

Bütün bunlar çerçevesinde biraz geniş bir açıdan baktığımızda teknoloji insanoğlunun yararına olduğu kadar zararınada gelişiyor. Sokakta, toplu taşıma araçlarında artık kimse sohbet etmiyor. Herkesin elinde telefon ya mesaj atıyor veyahut internete bağlanıp o duygusuz iletişime kapılıyor. Bundan 20 yıl sonrasını ise düşünemiyorum bile. Sanırım artık konuşmadan birbirimizle iletişim kuracağız. Daha doğrusu gittikçe ıssızlaşacağız yalnız olacağız bu milyarca insanın içinde.

Tüm Dünya duygusuzlaşıp, yalnızlaşırken biz öyle olmayalım. Hepimiz elimizden geldiğince sıcak iletişim kuralım çevremizle. Bizi sokmaya çalıştıkları kalıba girmeyelim. Küçüklüğümde akşamları (özellikle yaz akşamları) çocuklar olarak biz kendi aramızda toplanıp oyunlar oynardık, büyüklerimiz ise her akşam bir evde toplanıp bahçesinde sohbet ederlerdi. Komşuluk kavramı bitmemişti o günlerde. Tekrar o eski günlere dönmek dileklerimle …

Pazartesi, Temmuz 6

Güzel TÜRKİSTAN

Güzel Türkistan sana ne oldu?
Seher çağında güllerin soldu
Bağ bahçeden berbad, kuşlarda feryat
Hepisi bir mahzun...olmaz mı dilşad?
Bilmem niçin kuşlar uçmaz bahçelerde...?
Birliğimizin sarsılmaz daği
Ümidimizin sönmez ışığı
Birleş ey halkım, gelmiştir çağı
Bezensin şimdi Türkistan bağı
Uyan halkım, bitsin artık bunca zulümler.

Bayrağını al, kalbin uyansın

Kulluk, esaretin herşeyi yansın
Kur yeni devlet düşmanlar ürksün
Yüce Türkistan göklere değsin
Yayıl, yeşer öz vatanın gül bağlarında.

Baskıcı, komünist Çin yine bindi soydaşlarımızın tepesine. Hala bir kınama bile gelmedi. Çin Cumhurbaşkanı demokrasi adına herşeyi yapacaklarını söylemiş. Bu katliama ise bir iftira başladılar. Böyle soysuz iftirayı atmak için Allah'ın varlığına inanmamak gerekli. Zaten bu rezil ve iğrenç millette aynen bu tabire uyuyor. Elden birşey gelmiyor gelemiyor. Zira bu konuda oradaki soydaşlarımızın neler çektiğini çok iyi biliyorum. Elli yıllık komşumuz bu topraklarda ki zülumden kaçıp Türkiye'ye gelen bi soydaşımız. Neler yaşadıklarını anlatamıyorum bile satırlarda. Nerdesin ecdad, senden sonra seni çekemeyenler Türklere ve müslümanlara yapılmadık zülum bırakmadılar. İşte saat 17:02 itibari ile oradaki durum (Haberturk'ten alınmıştır) :

Çin'de yaşanan korkunç olaylardan sonra gelen mesaj tüyler ürpertti. Çin'de işyeri olan bir işadamı, olayların yaşandığı bölgede bulunan bir çalışanından gelen korkunç maili bizlere ulaştırdı. Güvenliği açısından isimini vermediğimiz okurumuzun bize yolladığı mailde şu ifadelere yerveriliyor:
"Bu yazı Çin’deki çalısanımdan geldi. G. şehrinden ama olay çok büyük. Bütün Xinjiang’da soykırım başlatıldı. Ordu sıradan soykırıma giriyor. Dünya buna birşey yapmalı" mailini bize ulaştıran okurumuz işçisinden gelen maili de bize iletti.

İşte o korkunç mail:
Ağabey burada internet pek güvenli değil, sonra anlatırım... Bizim memlekette China Mobile'i kapattılar, internet ve elektriği kestiler. Şuan ordu bastırıyor, Allah büyüktür... Kanton taraflarında bizim kebabçıları ve meyvecileri öldürüyorlar.

Arif Sağ'ın Geç Gelen İtirafı

Akşam haberleri okurken çok sevindiğim ancak geç gelen bir habere rastgeldim. Ayrıca şu karikatürü yazan ve bunu yayınlayan "Evrensel"adlı kırma yayın organını Allah'a havale ediyorum. O gün yaşananları Arif Sağ işte böyle anlatıyor :

Arif Sağ, Madımak Oteli yangınını, yazılan bir senaryonun hayata geçirilmesi olarak gördüğünü söyledi. "Madımak bence senaryosu yazılmış oynanmış bir oyundur. Ama senaroyoyu kim yazdı bilmiyorum" diyen Arif Sağ, ihmalkar olarak gördüğü dönemin cumhurbaşkanı, başbakanı ve içişleri bakanının suçlu olduğunu, bu isimlerin faturayı ödemesi gerektiğini kaydetti. Otelin 8 saat boyunca taşlandığını, ilgili yerlere haber verildiğini ancak herhangi bir müdahalede bulunulmadığını anlatan Arif Sağ, "Bir anlık bir şey değil bu. Ben yetkililerle konuştum. Aziz Nesin konuştu. Kimse müdahale etmedi. Otel askerin, polisin gözü önünde yakıldı ama kimse müdahale etmedi. Devlet seyirci oldu." şeklinde konuştu.

O gün yaşadıkları ve nasıl kurtulduklarıyla ilgili daha önce çok defa açıklama yaptığını anlatan Arif Sağ, şunları söyledi: "Otel yanmaya başladığı zaman arkadaki camı kırdılar, biz de camdan bir boşluğa atladık. O boşluğun ne olduğunu da bilmiyorduk. Atladığımız yerdeki tenekeler yıkıldı, biz balkona düştük. Balkon da Büyük Birlik Partisi'nin binasının balkonuymuş. Otel ile bina arasında bir balkon. Sonra orada patırtılar kütürtüler duyuldu. Karşı koydular önce oradaki insanlar. 'Biz sizi çağırmadık' gibi şeyler söylediler. Sonra BBP'nin il başkanı ya da başkan yardımcısıydı kim olduğunu bilmiyorum. Bir arkadaş beni görünce itiraz edenleri durdurdu bizi içeri aldılar. 41-42 kişiydik. İçeri girdik oturduk. Sonra bizi içeri aldırtan arkadaş, 'Arif abi, Allah'ın hikmetine bak. Yıllar önce Kızıdağ'da bir kış günü arabam bozulmuştu. Sen durdun beni arabana aldın. Sivas'a getirdin beni ölümden kurtardın. Bugün de Allah kısmet etti ben sizi ölümden kurtardım' şeklinde konuştu. Orada bir saat kaldık, bizi emniyet müdürlüğüne götürdüler.

Orada yaşadığımız budur. Biz hiç bir zaman 'BBP'liler geldiler bizi yaktılar' gibi bir laf etmedik. Öyle bir şey yok."BBP'liler içeri almasalardı yanan otel ile bina arasındaki boşlukta kurtarılmayı bekleyeceklerini söyleyen Arif Sağ, "Şu anlaşılmasın 'BBP'liler gelip bizi otelden kurtardılar, yangından kurtardılar' böyle değil. Olay bu değil. Biz oraya atladık. Biz onların balkonuna atladık. Önce itiraz ettiler, sonra bizi parti il başkanlığına aldılar. Olay böyle" şeklinde konuştu.

Perşembe, Temmuz 2

Silüet #2


Geçen sene yazdığım şu postun üstünden 377 gün sonra aynı manzara yine tekrarlandı. Bu olayı görünce sevinmemek elde değil. İnsanoğlu istese bile o silüeti öyle yansıtamaz oraya beklide. Ardahan’ın Damal ilçesinde Karadağ sırtlarında oluşan bu görüntü her sene 20 Haziran – 5 Temmuz arasında ortaya çıkıyor. Bende her sene bu resimleri yayınlamaktan memnun oluyorum. Bu sene Deniz Baykal gidecekmiş seyretmeye. Gerçekten gidip görmek istiyor insan. Bu vesile ile Atamızın ruhu tekrar şad olsun.
Orta okulda söylediğimiz bi marş geldi aklıma onunla kapatalım bu postuda :

Aydınlık yolun sonsuza kadar, damarlarda kanlar akar
İlkeler bana özgürlük kadar, emanetin oldu atam …

Not : Keşke Deniz Baykal ve onun gibi düşünenler bu büyük dehayı daha iyi anlayabilseler.

Salı, Haziran 30

İran, Nida, Devrim şehidi, ABD

İran'da seçim protestosu gösterileri ile başlayan ve önü alınamayıp ayaklanmaya dönüşen olaylarda ölen Felsefe öğrencisi Nida hakkında gerçekler ortaya çıkıyor. Cinayetin esrarı aralanmaya başladı. İşte açıklamalar şu şekilde :

Yetkililere göre, cinayet “kaçak bir silahla” işlendi. Cinayetin arkasında ise Amerikan gizli servisi CIA var. Dini lider Ayetullah Ali Hamaney geçen cuma “Nida Batılılar tarafından öldürüldüne” vurgu yapmıştı. İran’ın Meksika Büyükelçisi ise önceki gün CNN’e yaptığı açıklamada Nida’nın vücudundan çıkan kurşunun Besiçlerin kullandığı türden olmadığını söyledi. Büyükelçi “Gösterilerin yoğun olmadığı bir noktada, bu kadar kameranın önünde öldürülmesi ilginç bir durum. Bu CIA’in bir oyunu” diye konuştu. Ahmedinecad yönetimini devirmek isteyen CIA’nın Dubai’de ofis kurarak ’Yeşil Devrim’i finanse ettiği, 400 milyon dolarlık bütçeyle işbirlikçilerin fonlandığı ortaya çıkmıştı.

Şimdi tüm bu gerçeklerden sonra hala taraflı ve bilinçli bir şekilde İran rejimini ve Ahmedinejad'ı devirmeye yönelik haberler yapan başta Radikal olmak üzere bu taraflı işbirlikçilerin son oyunları ne olacak bekleyip görelim. Son olarak şu tespitimle bitireyim :
İran'da rejimin sarsılması ve Ahmedinejad'ın (kendisi Türkmen asıllıdır) devrilmesi demek Türkiye'nin güvenliğinin ciddi şekilde yara almasına neden olacaktır.



Pazartesi, Haziran 29

Bir Tatlı Huzur Almaya Gittik...

Sıkıcı, sıcak pazar günlerini huzura çevirmenin en güzel yolu Buruciye’de akşamüstü çay yudumlamaktır… tabi Buruciye’de çay içmenin öncelikli şartı da Sivas’ta olmaktır :)
Şehirleri ruhu olan ve olmayan şehirler olmak üzre 2 kategoride değerlendiriyorum…ruhu olan şehirleri sıralamaya alsak elbet İstanbul başta gelir, sonra belki Bursa, Ordu, Sinop diye gider sıralamam…. Ve bu şehirlerden sonra gelir Sivas da objektif olmayı becerebildiğimde…(objektif olmasam başa koyarım). Tarihi dokudur benim hayat kaynağım ve fazlasıyla tarihle haşır neşir olabileceğiniz bir kenttir Sivas … Ve bu tarihi dokunun can damarıdır heybetli Buruciye… Kim bilir ne şartlarda yapıldı, kimin ağlamasına, kimin gülmesine şahit oldu, neler düşünüldü, neler yaşandı ve neler sindi o taş duvarlara…Dokunduğunuzda, hissettiğinizde bütün bunlar gelir akla ve tam da bu anda anlarsınız; bir kültür ve nostalji manzumesinin, bir tarih atmosferi içerisinde seyrettiğini.
Müşfik bir ana gibi kollarını açmış bekleyen o devasa kapılardan girdiğinizde başlar huzur dolu akşamınız… bunaltıcı yaz sıcağından eser kalmamıştır akşam 5 itibariyle… tam bunalacakken imdadınıza koşar teninizi okşayan, saçlarınızı hafifçe dalgalandıran ruzigâr…
Bir yanda müzmin gazete, kitap okuyucuları, diğer yanda bilmişlik taslayan tavlacılar, etraftaki dersliklere girip çıkan çömlekçiler, karakalemciler, udiler, cam üfleyen kursiyerler… ve bu binaya sevdalı müdavimler…
Ve yavaştan başlar udi udunu tıngırdatmaya… ardından neye üflemeye başlar neyzen. Bağlama da tamam oldu mu, harika bir san’at musıkisi ile kulaklarınızın pasını atmaya hazır öylece huzur dolu bakakalırsınız taş mukarnaslar arasındaki neyzene… önce yavaştan başlar udi bir yandan tıngırdatırken bir yandan da söylemeye:

"benzemez kimse sana, tavrına hayran olayım”la yeniden aşık olur; “unutamam seni”yle fena halde hüzünlenir, “beklenen şarkı”ya ise inanılmaz bir katılımla eşlik edersiniz:
Kıskanırdım seni ben kendi gözümden bile
Nasıl verirdim seni birgün yabancı ele
Sana gelen yollarda daima beni bekle
Benden evvel başkası bakıp seni görmesin...
Ve sonlara doğru en çok sevdiğim “Huysuz ve Tatlı Kadın” ile coşarsınız adeta…sonra da bir tatlı huzur alarak Kalamış’tan, ve son yudumunuzu da alarak çayınızdan ayrılırsınız avludan...
Son olarak tüm huysuz ve tatlı kadınlara gelsin:
Sarkilar seni soyler; dillerde nagme adin
Ask gibi, sevda gibi huysuz ve tatli kadin…

Huzurla…
:)

Cuma, Haziran 26

Juup Derwall

10 Mart 1927 - Würselen, North-Rhine Westphalia - 26 Haziran 2007 - St. Ingbert, Saarland
Geldin sahalarımızı ve futbolumuzu yeşerterek tüm içtenliğinle ayrıldın aramızdan. Vefatının ikinci yılında saygıyla anıyoruz.

Perşembe, Haziran 25

Kazım Koyuncu


Fikriyatını benimsemesemde şarkıları ve müziği doğduğu varolduğu toprakları yansıttığı için her zaman çok sevmişimdir kendisini. 2005 yılındaki vefatında sanki yıllardır görüşmediğim dostumu kaybetmiş hissini yaşadım. Çernobil dolayısıyla çevremden ve köyümden bir çok kişiyi kaybettim. Belki de Kazım’ın vefatıyla bu konu üzerine bu kadar gidildi.Unutulmaz şarkılara imza attı ve erken yaşta daha nice güzel şarkı ve türkü yorumlayacakken ayrıldı aramızdan. Umarım gönlünün güzelliği gibi güzel yerlerdedir şuan. Şarkısında ki mısralarla kapatalım yazıyı :
Ardımda bırakıp
Gül çağrısını
Ayrılık anı bu sisli şarkıyı
Irmaklar gibi akıp uzun uzun
Terk ediyorum bu kenti
Ah ölüler gibi

Şarkılar bir çığlığa sığınmaksa şimdi
Sonsuz bir yangın gibi
Sevmesem öyle kolay çekip gitmek
Yaralı bir kuş gibi

Kumral bir çocuğun
Yaz öyküsü bu
Şarkılarla geçtim aranızdan
Yalnızlar gibi susup uzun uzun
Terk ediyorum bu kenti
Ah bir aşk gibi

Şarkılar bir çığlığa sığınmaksa şimdi
Sonsuz bir yangın gibi
Sevmesem öyle kolay çekip gitmek
Yaralı bir kuş gibi
Düşlüyorum bu kenti
Son bir aşk gibi...