Antik Yunan ve Hz İsa’nın doğuşundan dört asır önceleri. Talebesi Eflatun’un tabiri ile; boğa bakışlı, gözlerini diktiği yeri kezzap gibi oyan, çıkık geniş alınlı, süt beyaz sakallı bu yetmişlik ihtiyar, birçoklarınca Atina’nın başına beladır. Onlara bela gibi göründüğünü kendiside bilir. Atinalıların karşısına en umulmadık anlarda çııverir; asasını yollarına bir engel gibi diker ve sorar :
- Söyle bakalım ne düşünüyorsun?
- Neye dair düşünmeliyim ki?
- Kendine dair..
- Kendime dair mi? İnsan kendini bilmez mi?
- İnsanın en bilmediği kendisi… Kendi kendini bil
- Ya öbür bildiklerim?
- Bilmeyi bilmeden, onun nereden ve nasıl geldiğini bilmeden, bilmek olurmu?
Hesaba çekilen bu adam beyni ve bumburuşuk şekilde kendini bu ihtiyardan kurtarırcasına kaçar ve uzaklaşır.Talebelerinede sık sık bu soruyu sorar ve kendi kendinizi tanıyın ve bilin diye öğütler verirdi.
Bugünkü batı felsefesinin her koliyle birinden birine düğümlendiği ve opyekün üzerinde durduğu üç ayaklı dayanağın sahipleri, Sokrates, onun talebesi Eflatun ve onun talebesi Aristo. Kısacası çıkış noktası olan Sokrates. Burada üstadın çok güzel ve konuyu özetleyen bir görüşü var:
İlk defa nasılı yani usülü getirmiş olan, kendisinden sonraki dayanak, madde içi düşünüş ölçülerini getirdi ve böylece bütün metotçuların Sokrates’e, bütün spirtüalist ve idealistlerin Eflatun’a ve bütün naturalistler ve materyalistlerin Aristo’ya bağlanabileceği Batı felsefe dayanağı kurulmuş oldu.
O zamanlar Yunanlıların inandığı değerler masal kahramanlarıydı. Anlatılan efsanevi yaratıklara ve putlara tapınırlardı. Sokrates ise bunların tam tersi olduğunu düşünür ve her şarttada vurgulardı. Sokrates’in ölüm korkusu yoktu ve öldükten sonra bir şeylerin başlangıcı olduğuna inanıyordu. Öğrencilerine verdiği bir derste ise aynen şu cümleleri söyledi :
- Öleceğim diye hayıflanmıyorum çünkü öldükten sonra bir şeyin olduğuna kuvvetle ümidim var. Kendilerini gerçekten hikmete vermiş olanların yalnız ölmek ve ölmüş olmak için çalıştıklarını halk bilmez. Ölüm adını verdiğimiz şey, bir yandan tenin ruhtan ayrılarak kendi kendine kalması, öbür yandanda ruhun tenden ayrılarak kendi kendine var olmaya devam etmesidir. O halde ruh ne zaman hakikate varıyor? O, bedenle beraber bir şeyi incelemeye başladığı zaman bedenin kendisini aldattığını açıkca görüyoruz. Ruh kendisini, ne işitme, ne görme hassası, ne acı, ne haz hiçbirşey bulandırmadığı zaman daha iyi düşünür. Böylece kendi içine çekilerek teni uzaklaştırır. Ve onunla her türlü ilişiği keserek elden geldiğince gerçeği kavramaya çalışır.
Sokrates o zaman dahi çok tanrılı dine inanmayı reddeden ve bir yüce yaratıcının olduğuna kanaat getirmiş bir insandı. Bir sonraki yazıda yargılanışı ve bu yargılama sırasındaki ibretlik ifadelerini okuyacağız.
1 yorum:
“ Kendini Tanı, evreni tanırsın “ , “ İncelenmeyen yaşam yaşanmaya değmez “ sloganlarıyla , felsefe tarihine ismini kazıtmıştır.
Sokrates; İnsanlık için yaşamış, ve insanlık için ölmüş bir adam. Kendisi kabul etmese de belki de gerçekten bir bilge... Hatta daha fazlasının olma ihtimalinden bahsedenlerde var... Gerçeği savunmuş, erdemleri savunmuş kendi deyimiyle uyuyan insanları uyandırmak için bir at sineği gibi rahatsız etmiş bir kişi. İnsanlığı mağaradan çıkarmak için. Aklı ve bilgiyi savunmuş , cehaleti, tutkuların kölesi olmayı reddetmiş bir kişi... Sonu da yine inandıklarını ve dürüstlüğnü ıspatlamak pahasına gelmiş.
Yorum Gönder