Perşembe, Eylül 30

Yemen ah Yemen

Bir aşağıdaki yazıda bahsettiğim Kuşçubaşı Eşref ve yanındaki 42 kişi ile 25.000 kişinin arasında geçen çatışma şu şekilde anlatılıyor kitapta :

Gün ağarmak üzereyken çevreyi kolaçan etmek amacıyla tepeye doğru yürüyen Esref Beyi Eyüp Berzenç selâmladı. İkisi de aslen Kafkasyalı olduğu için cedlerinin birbirlerine gösterdikleri hürmeti Eyüp Berzenç kendisinden yaslı olan Esref Beyden esirgemezdi. Alıskanlık edindiği üzere elini öptü. Eyüp Berzenç, iri yarı, kaplan yapılı, sarısın, mavi gözlü,
oldukça yakısıklıydı. Esref Bey belli etmezdi; ama gözünü budaktan sakınmayan, son derece saygılı Eyüp Berzenç'in yüreğinde ayrı bir yeri vardı. Bir baskasının duymasından endise ettiğinden Esref Beyle yürüdü ve diğerlerinden epeyce uzaklastıktan sonra yavas sesle konusmaya basladı.

- Kumandanım az önce bir rüya gördüm. Bugün bir savasa gireceğiz; ben sehit olacağım; fakat siz yasayacaksınız; çünkü son nefesimi verirken iki oğlumu ellerinden tutup size teslim ettim. Nur yüzlü bir ihtiyar beni kucakladı; tüy gibi alıp gökyüzüne götürdü.

Esref Bey gülümsemekle endisesini gizlemeye çalıstı.

- Rüyanı insallah Rabbimiz hayırlara tebdil eder; oğulların babasız kalmaz.

- Kusura bakmayın Kumandanım, sizin üzülmeniz beni derinden yaralar; fakat rüyalarım denenmistir; mutlaka çıkar. Sehit olmaktan da endise etmiyorum. Ben sadece sizi haberdar etmek istedim; bağıslayınız.

Esref Bey ona dönerek durdu; yüzü de kararlı bir durum aldı.

- Allah geçinden versin; milletimiz ve ümmetimiz senin gibi yiğit, ne yaptığını bilen gençlere çok muhtaçtır. Sehitlik ise bizim için en yüce mertebedir. O mertebeye erersen, çocuklarını hiç düsünme, -sağ elini hafifçe göğsüne vururak- Bu can, bu ten kafeste kaldığı sürece onlar
yetimlik çekmezler. Ama vatanımıza, milletimize, ümmetimize çok daha hizmetler etmen için Allah'ın sana uzun ömür vermesi en büyük duamdır.

Ufukta kızıllık belirip, vadiler aydınlanınca, makinelileri, tüfekleri temizlediler. Ekmek, peynir, zeytin yedikten sonra yola koyuldular. Yol aldıkları bölge engebeliydi; ilerlerinde dar bir boğaz vardı; öndeki kafile görünmüyor, biraz daha hızlı gitmeleri gerekiyordu. Hava billur gibi aydınlıktı; mevsimin sıcak günlerinden birini yasayacakları belli oluyordu. Önde kılavuzlar gidiyor, en arkada Yüzbası Çerkez Mehmed geliyordu. Atının üzerinde ortalarında yol alan Esref Beyin zihni İmam Yahya ve ondan alacağı birlikleri en kısa zamanda kimlerle ve nasıl eğiteceğiyle mesguldü. İmam Yahya'nın "hayır" diyeceğini düsünmek bile istemiyordu!...

Bir ara dikkat etti; cins atı dizginlerini serbest bırakması için devamlı basını oynatıyor,
areketleriyle tedirginliğini belli ediyordu. Yürek atısları değisen Esref Bey bakıslarını çevrede gezdirdi; dar boğazı asmak üzere bulunan kafile tam bir hareket düzeni içindeydi. En önde giden kılavuzlardan Bedevî Abud, dar boğazı asınca birden hecininin yularını çekip durdu; elini günese siper eder gibi getirdi; kısa bir süre baktıktan sonra, ulumaya benzer ses ıkararak, hecinin basını geri çevirdi ve kosturmaya basladı. Kafiledeki herkes ona bakıyordu; Esref Beyin yanına yaklasınca, heyecandan nefes nefeseydi.

- Ya Hazreti Bey, dünya insan kesilmis, üzerimize geliyor! Ömrümde böyle
bir kalabalık görmedim.

Soğukkanlılığını koruyarak sert bir sesle sordu.

- Kaç kisiler? Niçin telâslanıyorsun? .

- Sel gibi Bey!

Esref Bey, geri dönüp bağırdı.

- Bir numaralı makineli timi ve merkez kuvveti mümkün olduğu kadar süratle bana yetissinler.

Esref Bey atını mahmuzladı; Abud'un kafileyi gördüğü tümseğe çıktı; boynunda asılı dürbününü gözlerine getirdi; arkası görünmeyecek kadar uzun bir insan grubu yüz metre kadar doğularında kuzeyden güneye doğru iniyordu. İndiği atını Mübarek'e verdi.

- İyice boğaza gir, görünmesin.

Sürünerek biraz daha yukarıya çıktı; tekrar dürbünüyle bakmaya basladı; çölün ortasında güneye doğru akan uzun insan sürüsü batıya yılan gibi kıvrılıyordu. Önlerinde kırmızı renkli bir bayrak görünce, asi Serif Hüseyin Pasa'nın askerleri olduğundan süphesi kalmadı. Bu kadar kisiyi buralarda ancak İbn-i Suud, İbn-i Resid ve Mekke Serifi Hüseyin Pasa toplayabilirdi. İbn-i Suud'un böyle bir ortamda buraya gelmeyeceğini, İbn-i Resid'in uvvetlerinin ise hareket halinde olmadığını biliyordu. Piyadeler hecin süvarileriyle takviye edilmisti. Sağda solda atlılar da görünüyordu; bunların İngiliz, Fransız subayları olduğunu tahmin etti. Çağırdığı Eyüp Berzenç ile Çallı Hüseyin Bey sürünerek yanma geldiler. - Herhangi bir silah sesi duymadığımıza göre, ilk kafilemiz yoluna devam ediyor. Bunlar tam batıya dönüp akısları hızlanırsa, oyalamak için önlerine çıkmalıyız. Pesimizde olup olmadıklarını, bizi görüp görmediklerini de bilmiyoruz. Eğer bize hücum edecek olurlarsa veya tam batıya dönerek hızlanırlarsa, çatısmamız kaçınılmaz hale gelir. -Eyüp Berzenç'e döndü- Böyle bir durumda emrindekilerle su sağdaki tepeyi -sonra Çallı Hüseyin Beye döndü- sen de emrindekilerle su sol gerimizdeki tepeyi tutacaksın. Bu anda uzun insan sürüsünden kopan bir hecin-süvari grubu yön değistirip, onlara doğru gelmeye basladı. Piyadeler de onları kusatmak için büyük bir çember olusturacak tarzda yayılıyorlardı. Boğazda kendilerini kıstırmak istediklerinden süphesi kalmayan Esref Bey bağırdı.

- Mübarek altınları bulabileceğin bir yere göm!

Eyüp Berzenç, Çallı Hüseyin Bey emrindekilerle tutmaları gereken tepelere uzaktan görünmemeye dikkat ederek süratle ulastılar. Merkez kuvveti Esref Beyin yanında toplandı. Bir üçgen meydana getirip makinelileri de kurdular. Yüzbası Mehmed'in kumandasındaki silahsörler de en arkada kaldılar. Asçılar, kılavuzlar, hayvan bakıcıları develerle, atlarla boğazın en doğusuna sığındılar. EsrefBey gür sesiyle emrini verdi.

- Ates!

Makasvari atesleri, Serif Hüseyin'in hecin süvarilerinde büyük bir güçle karsı karsıya bulundukları zehabını uyandırdı. Makineli tarrakaları kesintisiz uzuyordu; piyade tüfeklerinin namlularından alevler görünüp kaybolurken Çallı Hüseyin Beyin emrindekilerden kurt yürekli bir delikanlı olan Giritli Hüseyin Hulki tepenin kenarından sürünerek ileri çıkıp, süvarilerin üzerine semsiyeli bir el bombası fırlattı. Piyade atesleri arasında büyük bir gürültüyle patlayan el bombası karsılarında top bulunduğunu zannetmelerine sebep oldu. Bozgun halinde geri çekilirlerken bunlara sokuldukları yerler ölülerle doluydu. Kana boyanmıs birkaç hecin kumlarda bacak sallıyor, süvarisi düsmüs yirmiden fazlası da geri kaçarken önüne geleni çiğniyordu. Bedevilerin savas usulünü bilen Esref Bey onları boğazın çıkıs yerinde büyük bir yarım çember halinde kusatacaklarını tahmin ediyor, yattığı yerden dürbünüyle bakıyordu. Nitekim hecin süvarileri çark etmeye basladılar. Bedevilerin baykusa benzer sekilde çıkardıkları sesler, çölde derin akisler yaparak moral bozucu oluyordu. Esref Bey yattığı yerden sağa sola bağırıyordu.

- Bu onların taktiğidir; korkmayın! Hak yolundayız, Allah bizimle beraberdir. Onların hücum etmelerine epeyce zaman vardı; arkadaki sol tarafları bostu; çevresindekilere seslendi.

- Endise etmeyin; geriye gidip geleceğim.

Esref Bey geri geri süründü; görünmeyeceğine kanaat getirince, ayağa kalkıp kostu. Yüzbası Mehmed'in yanına geldi. Sol taraftaki tepeyi göstererek: - Su karsıya göz kulak ol; oradan kusatılabiliriz, dedi, gerektiği yere de yardımını esirgeme.

- Emredersin Kumandanım.

Sonra kılavuzlara, asçılara, hayvan bakıcılarına döndü. - Kumandanınız Abud'dur. Develere, atlara iyi hakim olun; ürkerler. Korkmayın. - Gözlerini Abud'a çevirdi -Burada bir aksilik olursa, cezanı çekeceğini bil!

- Olmaz Bey!

Enver Pasa'nın iki isim yazıp verdiği kâğıdı göğüs cebinden çıkararak yırtan Esref Bey tekrar eski yerine döndüğünde Serif Hüseyin'in kuvvetleri yeteri kadar kusatma yaptıklarına kani olunca, onlara yöneldiler. Süvariler, hecin süvariler, piyadeler ellerindeki İngiliz tüfekleriyle bol mermi harcayarak el bombalarını savurup, yarım çemberi daraltıyorlardı. Bazı yerlerde makinelilerini kurmuslar, devamlı tarıyorlardı. Bunlar da bütün enerjilerini devreye sokarak ates ediyorlar, piyade tüfeklerinin ara vermeden patlamalarının, bomba gürültülerinin arasında makinelilerin tarrakaları hiç eksik olmuyordu. Issız çöl ana baba gününü yasıyordu. Kısın ortası olmasına rağmen, günes oldukça sıcaktı. Yere düsenin kanını kumlar zaman geçirmeden emiyordu. Eyüp Berzenç'in emrindeki makineli tüfeğe cephane tasıyan Medineli Mübarek ile Maanla Hulusi sehit düstüler. Tüfekle ates etmeyi bırakıp onların görevini üstlenen Sinoplu Mustafa ile Tatar Latif yaralandılar; fakat yaralan ağır değildi; faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Makineli tüfek çavusu Hüsnü'nün yere kapaklandığını dürbününün merceğinden Esref Bey gördü. "Öldü mü?" diye endiselenirken Hüsnü Çavus yerinden doğruldu; sol kolunu rahat hareket ettiremediğini Esref Bey fark ediyordu. Çallı Hüseyin Beyle, Eyüp Berzenç'in mevzilerine düsman iyice sokulmustu. Karsılarındaki binlerce kisilik kalabalığın silâh gücüne karsı hiçbir sansları olmadığını bilmelerine, sehit ve yaralı vermelerine rağmen bir adım gerilemiyorlardı. Bu gayretlerinde öndeki kafilenin yol alması da önemli rol oynuyordu. Sayılan yeterli değildi; aralarındaki mesafeyi koruyabilecek yoğunlukta ates edememeleri parça parça kusatılmalarına sebep oluyordu. Bunun için birbirlerine yaklasmak, ateslerini yoğunlastırmak istiyorlardı. Bedevilerin cebindekilere, elbiselerine tamahen yaralı arkadaslarını öldüreceklerini bildiklerinden, onları da omuzlarına alıp, mevzi değistirerek Esref Beyin bulunduğu tepeyle aralarındaki uzaklığı azaltmaya gayret ediyorlardı. Yaralılardan birini omuzuna, tüfeğini de eline alıp kosarken, o mevzide kalanların atesiyle korunsalar da düsenler eksik olmuyordu. Gidenlerin atesiyle orumalarında da orada kalanlar yer değistiriyorlardı. Makineli tüfeklerin durmasından yararlanarak Serif Hüseyin'in bir bölüğe yakın askeri Çallı Hüseyin Beyin emrindekilerle, Esref Beyin basında bulunduğu merkez kuvvetinin arasına girmeyi basardı. Böylece hat
parçalanmıs oluyordu. Bu çok tehlikeli durumu sezen Çallı Hüseyin Beyle, aynı tehlikeyi anında gören Eyüp Berzenç emrindeki tüfekleri buraya yoğunlastırdılar. Karsısındakiler de onları feci bir ates yağmuruna tuttular. Siperlerden yoksun bu yerdeki dengesiz ücadelenin ne kadar süreceği belli değildi; ama uzun sürmeyeceği kesindi; bunlardan birisi ölürse, yeri doldurulamıyordu; karsıdan ölenlerin yerlerine ise ihtiyatta tutulan birliklerden çekirge sürüsü misali sevk ediliyordu.

Mülazım-ı sani Behçet'in ve emrinde kalan sekiz erin mermileri tamamen bitmisti. Merkez kuvvetinin arkasına indirilen sandıklardan en azından su anda nakil yapmak mümkün değildi. Düsmanın onları kusatmak için Eyüp Berzenç'le aralarına girmeye gayret ettiğini sezen Mülazım-ı sani Behçet, kumandasındakilerle mermilerden kurtulmak amacıyla simsek gibi bir hareketle kalabalığın arasına dalıp, yiğitçe süngü sallayarak Eyüp Berzenç'in yanma ulasmaya çalısmaları gerçekten göz yasartıcıydı. Birbirlerini vurmamaları için onlar da süngüye basvurdular. Serif Hüseyin'e ait kuvvetlerin kendilerini heyecanlandırmak gayesiyle attıkları çığlıklar arasında bunların "Allah! Allah!" nidaları sönük kalıyordu. Burada olup biteni Esref Bey dikkatle izlerken, yanlarında basından aldığı yara ile ak sakalları kana boyanmıs Hasan Zeytunî Efendi bitti. Mermisi tükendiğinden tüfeğini Serif Hüseyin'in kuvvetlerine doğru savurup, kamasını sıyırdı; gömleği yırtılmıs, kurumus bir dalı andıran incecik pazusu ortaya çıkmıstı. Esref Beyin yüreği yarılır gibi oldu. Serif Hüseyin'in kuvvetlerine doğru hücum eden Hasan Zeytunî Efendi, bir iki sendeledi, tozlara karıstı.
Kırk üç kisiyle yirmi bes bin kisinin kanlı boğusması kör döğüsüne dönmek üzereydi. Esref Beyin silahsörleri ne pahasına olursa olsun, olusturdukları hatları korumak istiyorlardı. Eyüp Berzenç'in Üsküdarlı İbrahim'in, Çallı Hüseyin Beyin, Girit'in yiğit çocuğu Mamaka Mustafa'nın süngü sallayıp, bomba savururken can yoldaslarını güçlendirmek,
düsmanlarına korku salmak için attıkları naralar gerçekten hem ümit ısığı, hem de ürkütücüydü.

Yılların tecrübesinin kazandırdığı hassasiyetle, aynı anda iki taraftan aynı yere bomba fırlatmalarından doğan saskınlıktan yararlanmak düsüncesiyle karsılıklı hücuma kalktılar. Aradaki insanların sağa sola kaçısmaları, bazılarının yere serilmeleri morallerini yükseltti. Ne yazık ki insan gücünün üstüne çoktan çıkmıs mücadele ile her an eriyorlardı. O yiğit, o levent delikanlıların kimisi basından, kimisi kolundan yaralanmıs, dudakları susuzluktan parça parça olmustu. Serif Hüseyin'in kuvvetlerini yöneten Đngiliz ve Fransız subayları kaçıp giden, ölen, yaralanan her birinin yerine bunları bir an önce yok etmek için üç bes kisi ileri
sürüyorlardı. Çölde, boğazın yakınlarında, vadilerde binlerce serseri merminin fokurdadığı bölgenin değisik yerlerindeki kanlı boğusmalara rağmen, çarpısmaları dar boğazda yoğunlastı; orayı tutan, basında Esref Beyin bulunduğu merkez kuvveti de devamlı eriyordu.
İkindiye doğru Eyüp Berzenç ile Çallı Hüseyin Beyin tuttukları cenahlarda ates çok zayıfladı.

12 Ocak 1917'de gerçeklesen bu savas London Times'de sekiz sütun üzerine mansetten verildi.

Yeri göğü inleten Bedevi naraları Esref Beyin yüreğini dağlıyordu; gençliği onların arasında geçtiğinden âdetlerini gayet iyi biliyordu; bu sayhaları karsısındakini öldüren atardı. Bunların toplamı kırk üç kisiydi; birkaç da hizmetlileri vardı; ama atılan sayhalar çoktu; atılmaya da devam ediyordu. Demek ki hatlar birbirine karısınca, karsı taraftakilerin de büyük bir bölümü sivil olduğundan, kendi safımdakini boğazlayan düsman öldürdüğünü sanıyor, sayha atıyordu!... Esref Bey iki yara almıstı; sağ kalçasından akan kanı gören İzzet bağırdı.

- Yaralandınız Kumandanım!

Ona basını çevirirken önemli değil anlamında bir hareket yapan Esref Bey'e İzzet bir baska haberi vermek için bağırıyordu.

- Altınları buldular, yağma ediyorlar!

Medineli Mübarek'in gömdüğü altınları bulmuslardı; pek çoğu onların basına çullanınca, bunlar biraz rahat nefes aldılar. Altınların tamamının aynı çevrede gömüldüğünü tahmin ederek, ulumaya benzer haykırıslarla toprağı esiyorlardı. Kısa bir süre sonra altınların basında, birbirini boğazlayan büyük bir yığın olustu. Avuçlarını dolduran kaçmak istiyor, arkasından gelen onu hançerliyor, bir diğeri bunu kumlara yuvarlıyor, avucundakilere
saldırıyordu... Bu fırsattan yararlanıp, son bir mevzi tutmak için Esref Bey İzzet'e:

- Sağ kalanlarla su karsıki tepecikte bulusmaya çalısalım, bağır, dedi.

İzzet'in sesine sağdan soldan bitkin karsılıklar geliyor, duyan aynı seyi duymayanlar için tekrarlıyordu. Değisik yerlere dağılanlar arkadaslarının sesini duymakla kendilerinde son bir enerji buldular. İzzet'ten gelen yeni emir dillerde dolasıyordu. "Dikkat kosuyoruz! Dikkat kosuyoruz!" yattıkları yerlerden fırladılar; canlarını dislerine takıp, hem kosuyorlar, hem de
çevreye ates ediyorlardı. Çoğu kana bulanmıstı. Ethem Beyin elinde makineli tüfek bulunuyordu. Tepeciğe doğru kosarlarken bir taramaya yakalanan Ethem Bey "Allah" nidasıyla yere yığıldı. Esref Bey makineliyi kavradı; ama ne sehpası, ne de mermisi vardı. Esref Bey' de düstü; bu düsüsü yeni bir mermi isabetinden değil, sağ ayağı bir çukura geldiği içindi. Kolundan yakalayan İzzet onu kaldırdı; adeta sürükleyip götürdü.

Esref Bey tepecikte yatar yatmaz, gözlerine dürbününü yaklastırınca, karsıdaki bayırda bulunan Yüzbası İsmail merceğine geldi; fidan gibi bir delikanlı olan İsmail kan revan içindeydi; eline geçirdiği hançerle çevresini saran Bedevî güruhuna hücum ediyor, sol eliyle de karnını tutuyordu. Karnından çok ağır yara aldığı belliydi; bütün ön tarafı ve eli kana gömülmüstü. Can havliyle bir hamle yaptığı anda, alnına rastlayan bir kursunla devrilirken orada beliren Çallı Hüseyin Beyle, Eyüp Berzenç'in emirlerindeki bir avuç kahramanla, asağıdan saldıran insan dalgasına karsı süngü hücumuna kalkmaları Esref Beyin gözüne çarpınca heyecanlandı. Günesin son ısıklarında parıldayan kanlı süngüleri sallayan bu yiğitleri dünya gözüyle bir daha görecek miydi!...

Yamacın sağ tarafında bulunan Serif Hüseyin'in kuvvetleri Çallı Hüseyin Beyle, Eyüp Berzenç ve emrindekilerine yönelince onlar için fırsat doğdu. Esref Bey;

- Su karsıya geçip, bizimkilerin üzerine gelen dalgayı biçelim, dedi.

Karsıya geçmek istiyordu; fakat kan kaybı onda güç bırakamamıstı. Birkaç adımdan sonra yere düstü; İzzet de yanına yattı. Bu anda bir mermi Esref Beyin alnını sıyırdı; kan sağ gözünü kapattı. Elinin tersiyle sildiği sırada, onbes metre kadar sol taraflarında Üsküdarlı İbrahim'i gördü. İbrahim öldürdüklerini üst üste yığarak suni bir siper olusturmustu; dört
tarafını saranlara siperin içinden ates ediyordu. Đbrahim sağ tarafından yaklasanlara namlusunu çevirirken, solunda bir Bedevî peydahlandı. Esref Bey ona haber vermek için bağırdı.

- İbrahim!

Dönerken Bedevinin cembiyeyi ensesine indirdiği İbrahim cesetlerin arasında kayboldu. İzzet'in namlusundan çıkan mermiyle Bedevî de yere yığıldı. Batan günesin son kızıllıkları ufuktan silindi; gökyüzünde yıldızlar ısıldamaya baslarken ürpertili karanlık vadilerde koyulasıyordu. Savas alanının dısında kalan, elli atmıs metre sağ taraflarındaki tepeye
geçebilirlerse, selâmete yaklasırlardı. Oraları taramak akıllarına gelmezdi; onlar da uzaklasma fırsatını ele geçirmis olurlardı. İzzet'e döndü:

- Sağdaki tepede bulusmamızı bağır.

İzzet'in sesi birkaç kere küçük küçük tepeciklerin aralarındaki vadilerde yankılandı. Sürünmeye basladılar. Bulunan altınlar talan edilmisti; bir çoğu sağı solu eserek geri kalanı aramaya devam ediyordu. Bazıları da hayattakileri öldürmek, onları soymak derdindeydiler.
Kimilerince de öldürüp soyacağı insanın hangi saftan olduğu önemli değildi...

Değisik yerlerde silâhlar patlıyor, vadilerde, yamaçlarda, tek tük kalmıs Teskilât-ı Mahsusa'nın elemanları can veriyorlardı. Esref Bey sağ kasığından bir kursun daha aldı. Kalçasındaki yarası da gittikçe ağırlasıyordu. Son gayretle elleri ve ayakları üzerinde tepeye tırmanmaya çalısıyordu. İzzet geride kaldı; tabancası elindeydi. Rahat hareket edemeyen Esref Beye yaklasan olursa mıhlayacaktı. Esref Beyin gücü, ümidi kalmamıstı; bir külçe gibi yığılması an meselesiydi; ama bütün benliğiyle direniyordu. Bir kahpe kursunla değil, arslanlar gibi vurusarak, yiğitçe naralar arasında sehit olmak istiyordu. Yıllardan beri sürdürdüğü mücadelenin sonunda böyle sehit olmayı bir hak görüyordu; ne yazık ki göğüs
göğüse boğusacak dermanı kendisinde bulamıyordu.

Isıl ısıl yıldızlar vadilere, sırtlara serilen cesetleri aydınlatırken Esref Bey sürünerek tepeye çıktı; önünde bir çukur, tekrar bir tepe vardı. Bakıslarıyla oraları dikkatlice taradı; hiçbir hareket görünmüyordu. Yuvarlanarak çukura indi; orada kısa bir süre dinlendikten sonra tepeye sürünmeye hazırlanırken tabancası elinde olan Giritli Hasan Hulki kosarak yanına geldi. Yerle gök arasında kendisini çaresiz hissedenin yardımına bir kisinin gelmesi dünyalara değerdi; bunun ne demek olduğunu ancak böyle bir anı yasayan bilirdi.

- Kumandanım size nasıl yardımcı olabilirim?

Esref Bey "tepeye çıkalım" diyeceği anda birkaç mermi isabet eden Hasan Hulki yere serildi; bir iki çırpındı ve kaldı. "Oğlum Hasan Hulki! Oğlum Hasan Hulki!" diye sarstı. Uğradığı
bir felâkette sevdiği insana yardım edememenin acısını duyarak yaslı gözlerle Esref Bey ona uzun uzun baktı. Elini uzatıp, alnını ok-sadıktan sonra gözlerini kapattı. Sağ tarafına düsen tabancasını eline aldı; mermisi kalmamıstı; aradı, ceplerinde de yoktu. Tabancasını göğsüne bıraktı; ellerinin ve dizlerinin üstünde tepeye doğru hareket etti. Biraz sonra ona yetisen İzzet'e döndü: bulanık bir sesle!

- Hasan Hulki gitti, dedi.

- Asağıda gördüm Kumandanım, Rabbimize, Peygamberimiz'e kavustu.

- Hep kavusacağız; fakat burada yapacaklarımız var. Daha çok gençti. Silâhlar susunca endiseli bir sessizlik vadilere, çöllere hakim oluyordu. Astıkları tepelerde, daha ilerlerde bağınlıyordu.

- Ya Esref teslim ol, senin üzerinde ahid ve eman var!

Bu sesler Esref Beye, Serif Hüseyin'in kuvvetleriyle rastlantı sonucu karsılasmadıklarını anlatıyordu. Bir taraftan "Ya Esref teslim ol, senin üzerinde ahid ve eman var!" diye bağırılıyor, diğer taraftan da zaman zaman silâh sesleri alevleniyordu. Tırmandıkları tepenin tam üstünde bir çukurcuk seziliyordu. Oraya girdiler; savas alanından da epeyce uzaktaydılar. Kendilerini oldukça güven altına almıslardı. Sancıları beynini kızgın bir burgu gibi delmesine rağmen Esref Beyin kulakları sayhalardaydı. Her sayhayla bir insan bu aleme gözlerini yumuyordu; muhakkak ki bunların bazıları kader arkadaslarıydı. Her isitisinde, "Ey
Rabbim, bu son olsun!" diyordu. Yüz üstü yatmıs Esref Beyin bası bileklerinin üzerindeydi; bakıslarında aynı anda oğlu Feridun, kızları, karısı, kardesleri, Üsküdarlı İbrahim' in, Yüzbası İsmail'in, Hasan Zeytuni Efendinin, Ethem Beyin, Giritli Hasan Hulki'nin sehit olusları, o yiğitçe süngü hücumları bulunuyor, acı bir sıcaklık göz kapaklarının altında yayılıyordu.

Hiç yorum yok: